Bu Ulvi Mücadelemizde: Mısır`dan sonra, Türkiye ve Terör üzerine
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’deki hükümeti ile Mısır’daki General Sisi hükümetinin arasındaki ortak nokta ne? Cevap “hiçbir şey” olamaz—en azından, on yıllık uzun görev süresi boyunca Erdoğan iktidarının yasal, liberal ve ölümcül gücüne karşı durma cesareti gösterenler için.
Işte bu yüzden Erdoğan 17 Ağustos 2013’te Mısır`da gördüklerini “Bir Mısırlı tankın karşısına çıkıyor, elinde molotof yok, silah yok, taş yok ama kendisine ateş ediliyor ve şehit ediliyor” şeklinde tasvir ettiğinde halkın alay konusu olabildi. Başbakan`a bundan sadece haftalar önce Türk polisinin öldürdüğü protestocular, polisin yaz boyu sıkmaya devam ettiği plastik mermi ve biber gazı kapsülleriyle yaralanan binlerce vatandaş hatırlatıldı derhal. Ayrıca, hem ordunun hem de polisin bu seneden çok daha önce Kürtler`e ateş ettiğini hatırlayabiliriz. Mesele rakamlar mı?
Her halükarda, Mısır`ın Ankara`daki büyükelçisini geçtiğimiz hafta geri çekmesinin nedeni (üretilen hasarlı beden parçalarının sayısıyla ölçülen) Türk devletinin şiddet boyutları değil. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi 3 Temmuz`da bir darbeyle devrildiğinden beri, Erdoğan “uluslararası toplumu” yeni Mısır hükümetini ve bu hükümetin siyasi muhalefet üzerinde uyguladığı sert baskıyı kınamadığı için yerden yere vuruyor. Buna karşılık Mısır yetkilileri, öngörülebileceği üzere Türkiye`yi “ülkenin iç işlerine karışmak” ile suçladı. Yine de, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül`e göre Mısır`da yaşananlar “artık bir içişleri meselesi” değil. Bunun sebebiyse, Gül`ün deyişiyle, savaşta bile “can kaybının bu kadar hızlı” olmaması. Mesele sürat mı o zaman?
Öyle ya da böyle, Başbakan Erdoğan da General Sisi de “halkı” temsil ettiklerini iddia ediyor, ve kim bilir, vatandaşların yarısı onlarla hemfikir olabilir. Arkalarındaki halk desteğini yorumcular bütünün yüzdeleri olarak ölçe dursunlar, her iki adam da liberal bir gurur ve sevinçle ısrar ediyor: İnsanlar rastgele değil, adaletli, orantılı ve hak ettikleri şekilde yönetilmeli, öldürülmeli, yaralanmalı ve hapsedilmelidir—insanlık adına değilse ulus adına. Ancak Türkiye, Mısır ve başka yerlerde bir katı gerçek varlığını sürdürüyor: “halk” tek değil çoktur, yani siyasi muhalifler anlaşamazlar. Mesele yöntem mi o zaman?
Erdoğan ve Sisi’nin her ikisi de teröre karşı kendi savaşlarını sürdürürken, açıklama mantığının döngüselliği sebebiyle yasallığını veya popülerliğini kaybetmeyen bir şiddet üretiyorlar. Hem Ankara’da, hem de Kahire’de (Washington ve Londra’yı saymıyorum bile), terör yasadışı ve gayrimeşru şiddettir, yasal ve meşru şiddet ise terörle savaşandır.
Türkiye Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan yeni bir kamu spotunun açılış sahnesinde, ağır çekimde ağaçtan düşen çürük elmalar gösteriliyor. Ekranda “Çok geç olmadan...” altyazısı italik haliyle dururken, bir adamın resmiyetli sesi halkı dikkatlice bilgilendirmeye koyuluyor: “Geleceğimizin teminatı gençlerimiz masum görünen küçük direniş eylemleriyle başlayarak kısa süre sonra gözlerini kırpmadan onlarca masum insanın hayatına kıyabilecek eylemler yapabilirler.” Arka planda, bir eylemde önce duyulmayan sloganlar atan genç bir kadın, sonraki saniyede intihar bombacısı olarak üç erkek tarafından yavaşça, sessizlik içerisinde giydiriliyor.
“Uçurumun kenarındaki gençlere dost ve güvenilir devlet elini uzatıyoruz. Bu ulvi mücadelemizde toplumun her kesiminden destek ve duyarlılık bekliyoruz.” Ve adamın sesi coşkuyla son buluyor: “... çocuklarımıza sahip çıkalım!”
Türk devletinin bu güncel mesajını alıntıladım çünkü onun Türkiye`ye “ait” gençleri ve çocukları tam olarak nasıl gördüğünü ortaya koyuyor: devlet ve toplum tarafından kurtarılması ve arındırılması gereken potansiyel teröristler olarak. Ayrıca bu örnek gösteriyor ki, eğer belli düşünce ve uygulama alışkanlıklarının, belli duyarlılık ve “reflekslerin” bu ulvi mücadelemizde geliştirilmesi, sürdürülmesi ve korunması gerekiyorsa, böyle bir misyon bir nesilden uzun sürecek, en azından bir sonraki nesli içermesi gerekecektir. O halde mesele, eğitim meselesi mi?
Sorulması gereken ilk soru Trafalgar, Rabia veya Taksim Meydan’larındaki protestocuların “gerçekten” terörist olup olmadıkları değil kanımca. Daha da şaşırtıcı olan şey, ister askeri ister parlamenter olsun siyasi rejimlerin, ister asker ister polisle yürüttükleri teröre karşı savaşların bütün dünyada bu kadar yasal ve popüler olabilmeleri. Nasıl oluyor da her devlet başkanı, her başbakan, her general, her içişleri ve dışişleri bakanı bu konuda hem fikir olabiliyor? Teröristler yok edilmeli ve toplum—hatta insanlık—onlardan korunmalıdır.
Güvenlik talep ediyor ve bize bunu sağlayanları yüceltiyoruz. Onun yol haritalarını, taraflarını ve gereklerini tartışıyoruz. Yöntemlerini, bütçelerini ve boyutlarını karşılaştırıyoruz. Yasal ve yasadışı, hukuki ve hukuksuz, haklı ve haksız türlerini birbirinden ayırıyoruz. Sonuçları hız ve rakamlar, insan ölümleri ve yaralanmaları üzerinden hesaplıyoruz. Savaş, casusluk ve istihbarat var. Tutuklamalar, baskınlar ve suikastlarla karşı karşıyayız. Ölüm tugayları, insansız uçak ajanları ve hapishaneler kullanıyoruz. Tehditlerden, risklerden ve ihlallerden nefret ediyoruz. Barış ve korunma, hukuk ve düzen, huzur istiyoruz.
Sonra da Erdoğan ve Sisi`nin ortak noktası var mı diye soruyoruz. Orduları, polisleri, yasaları, biraz “meşruiyetleri,” bir de yönetecek fevkalade muhteşem bir devletleri var.
[Bu makale ilk olarak 23 Ağustos 2013’te, Al Jazeera English’de yayimlandi. Jadaliyya için Balam Kenter tarafından Türkçe’ye çevrildi ve T24 ile ayni anda yayimlandi.]